Çilek
Her tadın bir hikayesi var; bazen gerçek, bazen kurgu.
Yaşanmış bir olayı aktarırken, gerçekliğini ne kadar koruyabiliriz? Kendi gerçeğimiz de aslında kafamızdaki kurgu değil midir?
Benim için aslolan, olayların akışından ziyade, onların bize hissettirdiği duygu ve ağzımızda bıraktığı tat.
Yani, bu hikayelerin hepsi gerçektir ve de tamamen kurgu.
ÇİLEK
Malzemeler:
10-15 adet orta boy çilek
150 gr bitter/sütlü/beyaz çikolata
Bir gece, elime naylon bir poşet tutuşturup “Hadi,” dedi, “çilek toplamaya gidiyoruz.”
Cevabı bilmeme rağmen sordum. “Anne, bu saatte niye böyle bir şey yapıyoruz?”
“Baban şimdi yattı, çilek işi bu saate kaldı, bir söz dinle de bana yardım et.”
Bir kargocunun sahibine paket teslim etmesi gibi, hayatının kontrolünü imza karşılığında babama teslim etmişti annem. Hiçbir zaman söz sahibi olamadığı yaşamıyla ilgili tek eğlencesi, dalından topladığı meyvelerle reçel yapmak; ve başka şehirlerde yaşayan çocuklarına yollamaktı.
“Benimkileri ablamlara yollarsın artık” dedim. Bir an durdu; bir şey demedi.
Toplayacağımız çilekleri bütün gece temizleyip sonra şekere yatıracak ve yarın gün boyu kaynattığı reçelleri, elleriyle süslediği kavanozlara dolduracaktı, kendi seçimleriyle süsleyemediği hayatının acısını çıkartırcasına. Acıyordum ona, ve de kızgındım. Hayatıma sahip çıkmayı bana öğretmediği için kızıyor, bunu kendi için bile yapamadığını gördükçe de acıyordum. Çok sevdiği çilek reçelinin tatlı mayhoşluğu gibi, iç içe geçmiş ve birbirinden ayıramadığım hislerdi bunlar.
Fakat öyle heyecanla çıktı ki ağzından “Gel bakalım”, hevesini kaçırıp “istemiyorum” diyemedim. “İstemiyorum.” Annemden yıllardır duymayı beklediğim cümleydi bu. Bugüne kadar söyleyemediği, söyleyemediğim tüm “istemiyorum”ların içimde biriktiğini hissettim bir an. Dudaklarımı kapatmama rağmen, ağzımdan fışkıracakmış gibiydi o kelime. Fakat, gözlerine bakınca, hepsini derin bir iç çekişe doldurup gecenin sessizliğine bıraktım. “Tamam” deyip yerimden kalktım ve bahçe kapısına yöneldim, halbuki, biliyordum hemen sonra dönmeliydim. “Ben sana benzemek istemiyorum” demeliydim. Ama yapamadım.
Gecenin karanlığında yürüyerek Ayfer Abla’ların tarlaya gittik. Toprak yoldaki sokak lambaları etrafı biraz olsun aydınlatıyordu. Yol müsait olmasına rağmen, yine de arkalı önlü yürüdük konuşmaktan kaçınarak. Konuşup aynı konulara takılıp kalmaktansa, yoldan geçebilecek arabaları bahane edip tek sıra yürümeyi ve sessiz kalmayı tercih ettik. Tarlaya geldiğimizde bastığımız yerleri telefonlarımızın lambalarıyla aydınlattık. Anneme yardım ettim. Telefonunun el feneri özelliğini kullanmak O’nun için ileri bir teknolojiydi. Böyle zamanlarda hemen telefonunu bana uzatır: “Yapsana şu şeyi” diyerek bu yükten kurtulurdu. O söylemeden ben davrandım bu kez.
Aslında bildiğimiz bir yerdi burası. Neredeyse gün aşırı uğrardı buraya annem. Arkadaşı ve birkaç ev ötemizde oturan komşumuz Ayfer Abla’nın babadan kalma tarlasıydı. Gündüzleri, arada, buradaki çardakta çay içer, sohbet ederlerdi. Ayfer Abla aslında Ayfer Teyze denecek yaştaydı ama hiç evlenmemiş birine teyze demek, sanki O’nun bu kabahatini yüzüne vurmak olarak kabul edildiği için abla diyordu herkes O’na. Halbuki abla deyince daha da eziyorduk O’nu, sanki saklaması gereken bir gerçeği bilerek yüzüne vuruyormuşuz gibi.
Karanlık insanda farklı ama tanıdık bir his yaratıyordu. Çocuktuk. Evin arkasında o zaman koruluk olan yerde, akşam saatlerinde mahalleden arkadaşlarla çekirdek yiyip gazoz, kola içer, bir yandan da birbirimize korku hikayeleri anlatırdık. Tuvaleti gelen eve gitmek yerine, o ıssız korulukta çömelip çişini yapar ve o sırada gerçekten korkunç şeyler yaşamış gibi yeni hikayeler anlatırdı. Bize heyecan verici gelen bu oyunu anneme anlattığımda bana kızmış, öyle yerlerde adım atarken besmele çekmemi ve oralardan uzak durmamı söylemişti. “Karanlıkta şeytana basarsın” diye son noktayı koymuştu.
Yine öyle oldu. Tarlaya girmek için sağ ayağıyla attığı adımını eş zamanlı olarak uzunca bir besmeleyle güçlendirdi. Neredeyse her gün geldiği bu yerde gece annemi korkutan ne olabilir ki diye düşündüm. Sormadım. Annemin huyudur. Korkularıyla yüzleşmekten kaçınır. Onları çözmektense, hepsinden dua yoluyla korunmaya çalışır.
Elimizdeki naylon poşetlerle, sıra sıra dizilmiş çilek tepeciklerinden birinin önüne çömelip çilek toplamaya başladık.
“Bu gece temizleyip şekere yatırayım da sabaha kaynamaya bırakırım” dedi annem. Sanki yeni bir fikirmiş gibi söyledi bunu. Artık kulak tırmalayan sessizliği bozmak istediğinin farkındaydım.
“Tamam” dedim.
Ardından yine uzunca bir sessizlik.
“ Ne kadar sürecek böyle?”
“ Ne ne kadar sürecek anne?”
“ Sen burada, O orada”
Yine o sancı girdi karnıma bir anda.
“ Gittiği yere kadar anne.”
“ Nereye gidecek peki?”
Göğsümün daraldığını hissettim.
“ Bilmiyorum. Bir süre burada, sizinleyim. Bu kadarını biliyorum sadece.”
Düşüncelerim kendine has bir tempoda zihnimden boşluğa akıyordu. Aynı hızlı ritimle çilek topladığımı farkettim. Annemse solomun bitmesini bekler gibi, durmuş beni izliyordu.
“ Bırak O’nu” dedi.
Durdum; bir elimde çilek, diğer elimdeki cep telefonunu anneme doğru çevirdim. Işığıyla yüzünü aydınlatmak ve duyduğumu düşündüğüm şeyi gerçekten söyleyip söylemediğini anlamak için.
“Bırak O’nu”. Annem, aklımdan geçenleri nasıl hissetmiş olabilirdi. Bırakmak istiyordum, O’nu, oradaki tüm hayatımı; ama bir yandan da istemiyordum. İnsan yıllarca içinde yaşadığı kabuktan çıkıp, dışarı adım attığında kendini karanlıkta bir başına hissediyordu.
Telefonun ışığıyla annemin yüzü aydınlandı. Bana bakıyordu. “Bırak” dedi tekrar.
“Ezik olanları bırak. Temizlemesi zor.”
Elime baktım, avuç içimde ezik bir çilek.
“Tamam” dedim. “Bıraktım.”
Farkında olmadan gülümsemişim herhalde ki annem: “Neye güldün?” dedi.
“Hiç, öylesine güldüm” dedim. Sonra düşününce, bir an ümitlenmiştim sanırım. Üstümüze çöken karanlığı yok etmese de, onun çok da korkulacak bir şey olmadığını birbirimize söyleriz belki diye ümit ettiğim için kendime gülmüştüm. Çocukça bir hevesti benimkisi.
Geldiğimiz yoldan, bu kez aydınlatmaya gerek duymadan, eve döndük.
Gece yarısını geçiyordu. İki dolu poşeti masaya koyup ağızlarını genişlettik ve çilekleri temizlemeye başladık. Yeşil saplarını poşete atıyor, sapı alınmış çilekleri bulaşık leğeninin içinde biriktiriyorduk. Annemle bu kadar uyumla ve birbirimizi anlayarak iletişim kurabildiğimiz yegane aktivitelerden biriydi bu. Ben poşetin bir tarafından annem diğer tarafından alıyordu çilekleri. Leğeni tam ortamıza koydum. Hatta anneme biraz daha yakın tuttum; onun uzanması daha kolay olsun, sırtı ağrımasın diye. Fakat sırtının ağrısı tuttu yine.
Birinci torbanın sonuna doğru annem şekeri ve tencereleri hazırlamak için kalkınca “sen yat, ben hallederim gerisini” dedim. Ağrısı dayanılmayacak gibi olmalıydı ki, şekeri ve tencereleri tezgaha bırakıp yattı. Gitmeden bana baktı ve “eline sağlık” dedi. Sonra bir an durdu. “Bırak” dedi. “İçinden gelmiyorsa bırak.”
Bahçeye çıkıp bir sigara yaktım. Sigarayı ağzıma her götürdüğümde, elime sinmiş çilek kokusu burnuma geliyordu. Sigaranın bile yok edemediği güçlü bir kokusu vardı çileğin. Tatlı, mayhoş, ferah, taptaze… Hepsi birbirine karışmıştı. Uzağa, karanlığa doğru baktım, içimi huzur kapladı.
İçeri dönüp, kiler dolabını karıştırdım. Bol tuzlu ay çekirdeğinin arkasında duran tablet çikolatayı buldum. Ucundan bir parça koparılıp paketi rastgele üzerine kapatılmıştı. Paketi açıp diğer ucundan da ben kopardım. Ağzıma atar atmaz dilimin üzerinde erimeye başladı çikolata.
Geri kalanını tezgaha koyup annemin büyük bıçağıyla küçük küçük doğradım.
Çaydanlığın altında, akşamki çaydan kalma sıcak su vardı. Onu tekrar kaynattım. Küçük çorba tenceresinin içine döktüm. Doğradığım çikolatanın yarısını çorba kasesine koyup tencerenin üstüne oturttum.
Bahçeye çıkıp bir sigara daha yaktım. Hafif hafif esen rüzgarda içtim sigaramı. Karanlık yine içime garip bir huzur verdi.
Döndüğümde çikolata çoktan erimişti. Kaseyi sudan çıkarıp tezgaha koydum. Çorba kaşığıyla bir karıştırdım önce. Sonra üzerine geri kalan çikolatayı ekledim. Karıştıra karıştıra erittim hepsini. Çikolatanın kıvamı biraz koyulaştı. Kenarda bekleyen çilekleri saplarından tutup batırabildiğim kadar batırdım çikolatanın içine. Birkaç tanesini oracıkta yiyiverdim. Geri kalanını pişirme kağıdının üzerine dizip gecenin serinliğinde tezgahta bıraktım.
Bahçeye çıktıp karanlıkta yürüdüm. Havada hafif bir rüzgar vardı ve taptaze bir koku.
Annem çileklerin tadına bakınca sever belki diye düşündüm. Hemen ardından gülümseyiverdim. Çocukça bir hevesti benimkisi.